YETENEKLİ ÇOCUĞUN DRAMI-ALİCE MİLLER 

Çocukluk Yazgısı

Bizler içinde doğduğumuz aileyi, o ailenin yer aldığı kültürel atmosferi ve tarihsel bağlamı seçemeyiz, bir bebek olarak o ortamın içine doğarız ve ailemiz aslında bir anlamda bizim yazgımızın başlangıcını oluşturur.

İnsan yavrusunun yaşamın ilk yıllarında ona temel bakım veren kişilerle –anne, babasıyla- kurduğu ilişkiler bundan sonraki yaşamında kuracağı ilişkilerin zeminini oluşturması açısından büyük önem taşır.

Yetişkin olarak kişiliğimizin temel yapı taşları erken çocukluk döneminde bize temel bakım veren kişilerle kurduğumuz ilişkilerle şekillenir. Bir anlamda her yetişkin beraberinde bir çocukluk yazgısı taşır.

Bazılarımız çocukluk yazgısı açısından daha şanslıyken bazılarımız ise o kadar şanslı değildir. Bazılarımızın çocukluk yazgısı çocuğun karşılanmamış ihtiyaçları, duyulmamış sesi ve dikkate alınmamış, görülmemiş varlığı ile şekillenmiştir. Ve yetişkin hayatımızda yazgımızın içinde yer alan bu yaralar zaman zaman kanayarak varlıklarını bize hatırlatır ve iyileşmek için çağrıda bulunurlar.

Alice MillerYetenekli Çocuğun Dramı’ kitabında çocukluk yazgılarımızın yetişkinlik yaşantımıza etkisini ve kendimizi nasıl iyileştirebileceğimizi anlatır.

Eğer anne babamız kendi çocukluk dönemindeki karşılanmamış ihtiyaçlarının etkisi nedeniyle bir bebek olarak varlığımızı olduğu gibi kabul etmemişse, çocuklarını farkında olmadan kendi ihtiyaçlarını karşılayacak varlıklar olarak görmüşse işte bu nokta da yaralarımız oluşmaya başlar.

Yazara göre her ‘gerçek’ yanılsamalarla doludur çünkü insanın kendi gerçeğini olduğu gibi görebilmesi çoğu zaman acı vericidir ve kişi bu acıdan kaçmak için kendine yanılsamalar yaratır. Çok mutlu bir çocukluk geçirdiği yanılsaması gibi.

Eğer çocukluk döneminde anne babamız sadece var olduğumuz için bizi sevmemişlerse, bizim belirli bir varoluş halinde olmamıza ihtiyaç duymuşlar. Ve bilincinde olmadan bize bu mesajı vermişlerse çocukluk döneminde hayatta kalmak için onların sevgisine muhtaç olan bizler onların sevgisini kazanmak adına onların istediği gibi olmak konusunda kendimizi eğitiriz.

Bunun sonucu kendi gerçek ihtiyaçlarımızın, kendi gerçek duygularımızın farkında olmamak, onları bastırmak ve sahte bir benlik geliştirmektir.

Küçük bir çocuk ebeveynleri tarafından olduğu gibi kabul edilmediğini hissettiğinde, kendisiyle ilgili en temel ihtiyaçlarının görülmediğini fark ettiğinde yoğun bir çaresizlik, terk edilmiş duygusu yaşar.

Ancak bu duyguların yoğunluğu bir çocuk için o kadar fazla ve tehdit edicidir ki çocuk bunları bastırmayı, yok saymayı öğrenir. Bunun sonucu “yitirilen duygu dünyası, canlılık, gerçek benliğimizin gelişmemesi ve onun yerine sahte bir benlik” edinmemizdir.”

Alice Miller bu  durumu çocuğun annesinin ihtiyaç duyduğu var oluş şekline “uyum sağlaması, boyun eğmesi” olarak tanımlar. Bu uyum sağlamanın bedeli duyguların bastırılması, inkar edilmesi, kendi ihtiyaçlarımızdan vazgeçmektir.

Yazara göre böyle bir çocukluk geçiren kişiyi yetişkin yaşamında bekleyen iki temel sonuç vardır: tekrarlayan bunalımlı dönemler ya da büyüklük tutkunu olmak. Aslında bu iki sonuç aynı madalyonun iki farklı yüzüdür. Her ikisinin temelinde değersizlik duygusu vardır.

Büyüklük tutkunu olan insan en temeldeki çaresizlik duygusunu, kendine olan güvensizliğini çok derinlere gömmüştür. Ve kendisinin diğer insanlardan daha üstün olduğuna inanarak bu gömülen duyguların gün yüzüne çıkmasını engellemeye çalışmaktadır.

Kendisinde görmeye tahammül edemediği zayıflıkları başkalarında görmekte ve bu nedenle onları aşağılamaktadır.

“Kendini iyi hissetmek için ise her zaman  başkaları tarafından beğenilmeye, takdir edilmeye ihtiyaç duyar. Ve bunun için en iyisi olmak yönünde sonu gelmez bir uğraş içinde olur.”

Bunalım içindeki insan ise tekrarlayan ve nedenini tam olarak kavrayamadığı bunalımlı dönemler içinde gidip gelir. Aslında bunalım önemli bir sinyal işlevi görmektedir.

Çocukluk dönemi yaralarımızın taşıdığı duyguların gün yüzüne çıkması tehlikesine karşı bunalım devreye girerek bir savunma işlevi görür. Yüzleşmek istenilmeyen duygulara karşı bir kalkan işlevi görür.

Çünkü ‘belli duyguları kendinden uzak tutmayı daha küçükken bir sanat haline getirmiş kişiler’den biri olmuşuzdur.

Eğer bunalımlı dönemlerin izini sürersek altta yatan yaralarımızla temas edebiliriz. Bu yaralarla ilişkili duyguları çaresizlik, terk edilmiş, değersizlik, korku, isyan, öfke, utanç, vb- yaşamak konusunda kendimize izin verirsek işte o zaman içimizde bir dönüşüm başlayabilir.

Yazgımızdan Özgürleşmek

Bir psikoterapist olan Alice Miller kitabında psikoterapi sürecinde çocukluk yazgısının yasını tutan kişilerin geçirdiği yolculuğu ve iyileşme sürecini anlatır.

Kişi bunalımlı dönemlerinin izini sürüp arkasındaki gerçek duyguyu yaşamasına izin verdiğinde bu duygular geçmişteki çocukluk anılarının ortaya çıkması için bir köprü işlevi görürler.

Kişi terapide o zamana kadar hiç hatırlamadığı çocukluk anılarını hatırlayabilir. O dönemlerle ilişkili duygusunu bilinçli olarak tam kapsamıyla yaşamaya başlarsa işte o noktada bir dönüşüm başlar. Ancak bu süreç doğası gereği sancılı bir süreçtir.

Kişi yaşamında tekrarlayan bazı durumların, ilişkilerin içine giriyorsa; ( örneğin ilişkide sürekli reddedilmiş ve yalnız hissedeceği duygusal açıdan uzak kişileri partner olarak seçmek gibi). Bu ilişkilerin kendisine yaşattığı duyguları terapi ortamında tam anlamıyla yaşamaya başladığında bu güncel olaylarla çocukluk yaşantısı arasında bir bağ kurmaya başlar.

Bu yaşantılar  küçük çocuk halinin uzun yıllar gömülü duygularının açığa çıkmasını sağlar.  Açığa çıkan duyguları olduğu gibi yaşamak için kendimize izin verdiğimizde onları benliğimize yabancı birer kist gibi taşımayız.

Çocukluk yazgımızın yasını tam anlamıyla yaşayabildiğimiz zaman iç dünyamızda yeni deneyimleri yaşamak için bir alan açılır. ve aynı durumları tekrarlama zorlantısının çözüldüğünü görürüz.